Yazarımız
Metin Özbaskıcı Türkiye'den Roman temsilcilerin katılımıyla gerçekleştirdiği
Almanya gezisinin notlarını paylaşıyor. Hem genel olarak Alman tarihi ve
kültürü hem de Almanya'da yaşayan Romanlarla ilgili gözlemlerini paylaşan
Özbaskıcı, Nazi geçmişinin Romanlara dönük gerçekleştirdiği baskı ve kıyım
politikalarını da yazısında yer veriyor: "Devasa Yahudi soykırım anıtından
sonra çok mütevazı, sanki zoraki yapılmış Porrajmos Sinti-Roman
Soykırım Anıtı'na geldik. Anıt, baskıyı simgeleyen büyük bir taşın altında
ezilerek yok olan bir Roman toplumunu anlatıyordu. Sanki gerçekleri saklamak
için yapılmıştı. Ve ziyaretçi sayısı yok denecek kadar azdı. Lobi
gücü olmayan Roman toplumu, katledilen 500.000 Roman insanını dünya gündemine
sokamıyordu. ... Roman katliamı önemsizleştiriliyordu. Hayır! Bu gerçek bir
soykırımdı. Nazi döneminde 500.000 Roman katledilmişti".
27 Kasım 2016 ‘da Almanya Dışişleri Bakanlığı
ve Goethe Enstitüsü tarafından Almanya’ya izleme ve değerlendirme amacıyla
davet edildik. Grupta yer almama vesile olan, Ankara Roman Hakları Derneği
Başkanı Yücel Tutal Bey’e, Almanya’nın Ankara büyükelçiliğinden Sevinç Hanım’a
ve Uthe Hanım’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Alman Dışişleri Bakanlığı ve Goethe enstitüsünün,
Almanya’nın Nazi döneminde oluşan kötü imajını değiştirmek, Almanya’nın
değerlerini tanıtmak amacı ile düzenlediği bu tür gezi programlarına dünyanın
her bölgesinden davetliler katılmaktadır. Rehber eşliğinde Almanya’nın yerel
yönetimleri, Sosyal kurumları ve Sivil toplum örgütleri ziyaret edilmekte, sosyal
hayat ve gelişmeler ile ilgili bilgiler verilirken ziyaretçilerin görüşleri de
değerlendirilmektedir. Gezi sonunda ziyaretçilerin, gezi değerlendirmeleri ve
Almanya ile ilgili görüşleri alınarak kat edilen mesafe izlenmektedir. Bu
programın çok başarılı olduğunu gösteren en büyük delil, Avrupa’nın en çok
turist çeken ülkesinin Almanya olmasıdır. Nazi Almanya’sı sendromunun kısmen
atlatıldığı, ancak alınması gereken daha çok mesafe olduğu da aşikârdır.
Biz Türkiye’den Roman ekibi olarak programa
katıldık. Alman misafirliği çok iyiydi.
Bizi çok iyi ağırladılar. Görmek istediğimiz ve görüşme taleplerimiz
program dahilindeydi. Programın ilk bölümü Berlin’di. Berlin belki de
Almanya’nın en sosyal ve demokratik eyaletiydi. Yetkililerden Azınlıklar ve yabancılar ile
ilgili yaptıkları örnek çalışmaları dinledik. Türkiye yabancılar ve Roman
politikaları konularında fikirlerimizi paylaştık. Türkiye’deki uygulamaları çalıştığımız
projeleri ve çıktılarını, onların çalışmalarıyla karşılaştırma fırsatı bulduk.
İlk gezimizde Berlin Duvarını ve geçiş
kapılarını, Almanların manasız bakışlarının altında ziyaret ettik. İki toplumu
ayıran ve yabancılaştıran bu set insanlık ayıbı gibi önümüzdeydi. Ve çok bakımsızdı.
Pek çok ölüm kokan kaçış hikâyelerinin yazıldığı sınır köprüde insanlar eşleri
ve çocukları ile geziyordu. İnsanlar soğuk ve ifadesiz görünüyordu. Tıpkı
havanın durumunu yansıtıyorlardı.
Bu ayrılığın izlerinin henüz silinmediği
iki yakanın görünümü ile belli oluyordu. Doğu yakasının yapıları komünist
rejimi hatırlatırken batı yakası keşke birleşmeseydik der gibiydi. Ailelerin bile
bölündüğü bu ayrılık çok uzun bir süre devam etti. Bu ayrılıkta iki toplumun değer ve yargıları,
yaşam biçimleri ve özgürlük algıları farklı gelişti. Sonunda iki Almanya Birleşti, Berlin duvarı
yıkıldı. Ayrılık yıllarında oluşan farklılıklar birleşmeden sonra yaşanan en
büyük sorundu. Güçlü Alman ekonomisi sosyal ve ekonomik yatırımlarla bu sorunu
minimize etti. Doğu yakasına özel yatırımlar yapıldı. Uygulanan
ekonomik uyum politikaların kişi başına ortalama milli geliri düşürmesi,
yabancıların bunun sebebi olarak görülmesi, özellikle Batı yakası siyasetinde milliyetçiliğin
yükselmesini ve yabancı düşmanlığını körüklemektedir. Bu gelişmeler tüm Almanya’da
Demokratik kurum ve kuruluşları tedirgin etmektedir. Tüm yabancılar gibi
Türkler de bu gelişmelerden etkilenmektedir. Bu sorunlar ancak demokrasi ve
özgürlüklerin geliştirilmesiyle bertaraf edilebilecektir.
Şehrin merkezinde çok geniş bir alana
kurulu HOLOKOST Yahudi soykırımı anıtını ziyaret ettik. Blok taş mermerlerin
bir Lego gibi yerleştirildiği devasa anıtta, sürekli yanan bir Yahudi ateşi
vardı. Anıt kulede yanan Yahudi ateşi, soykırıma uğrayan Yahudilerin acısının
ve Nazilerin utancının hiç bitmeyen alevi gibi parlıyordu. Anıt sanki bir utancı anlatıyordu. Uzaktan
bakınca bir mezar denizi gibi dalgalanıyordu. Yahudi soykırım anıtını ziyaret
ederken sanki blok taşlar üzerimize geliyor bizi sıkıştırıp hapsediyordu. Irkçılığın
ve nefretin insanlığı getirdiği hale, şaşmamak elde değildi. Almanya’ya çok şeyler katmış insanların, sadece
Yahudi olduğu için üstelik işkence edilerek öldürülmesinin ruh halini anlamak
mümkün değildi. Büyük bir insanlık ayıbıydı.
Savaştan sonra Yahudilerin bütün dünyada
yaptıkları güçlü lobi faaliyetleri, Almanya’nın ayıbıyla yüzleşmesini sağlamış,
Almanya İstemese de soykırımı kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu
ayıbı telafi edebilmek, Almanya’nın devlet politikası olmuştu. Güçlü Yahudi
lobisi Almanya’nın soykırım mağdurlarına yüksek tazminatlar ödenmesini
sağlarken, Soykırım sorumlularının bulunması ve cezalandırılması için hafiye
gibi çalışılarak tüm olaylar ve kayıtlar didik didik inceleyerek dosyalar
hazırlayan güçlü bir ekip oluşturuldu.
Devasa
Yahudi soykırım anıtından sonra çok mütevazı, sanki zoraki yapılmış PORRAJMOS
Sinti -Roman Soykırım Anıtına geldik. Anıt, baskıyı simgeleyen büyük bir taşın
altında ezilerek yok olan bir roman toplumunu anlatıyordu. Sanki gerçekleri
saklamak için yapılmıştı. Ve ziyaretçi
sayısı yok denecek kadar azdı. Lobi gücü olmayan Roman toplumu, katledilen
500.000 Roman insanını dünya gündemine sokamıyordu. Katledilen pek çok Romana
ait belge ve dokümanlar Yahudi lobisi tarafından sahipleniliyor. Roman katliamı
önemsizleştiriliyordu. Hayır! Bu gerçek bir soykırımdı. Nazi döneminde 500.000
Roman katledilmişti.
1970 lerde Otto Rosenberg; toplama
kamplarından kurtulan bir Roman çocuğu, anılarını yazdı. Ve Alman hükümetine
dava açtı. Önce yok böyle bir şey denilerek itiraz edildi. Ancak belgeler ve
dokümanlar karşısında gerçek kabul edilmek zorunda kalındı. Alman mahkemeleri kerhen kabul ettikleri bu
gerçeği çok küçük tazminatlarla önemsizleştirmeye çalıştılar. Son yıllarda
gelişen Roman sivil toplum örgütlerinin çalışmaları ile pek çok belge ve
dokümanlara ulaşılmıştır ve araştırmalar halen devam etmektedir. Dokümanlarda Yahudi
gözüken pek çok mağdurun Roman olduğu belgelenmeye başladı. Bu gerçekler lobi
gücünün ne olduğunun kanıtı gibidir.
Almanya bu gerçekle yüzleşmeyi ve bu
gerçekle yaşamayı başardı. İşte bizimde katıldığımız bu gezi ve programlar,
yüzleşme ve telafi faaliyetleriydi.
Almanya alt yapısıyla çok gelişmiş bir
ülke. Ülkenin her tarafı demiryolları ile kaplı. Sabah gün ışımadan sokaklar
işe koşturan insanlarla dolup taşıyor. Bisiklet kullanımı bu soğuk günlerde
bile çok üst düzeyde. Görüntü
Almanya’nın sürekli koşuşturduğu idi. Şehir merkezinde ve çevresinde önce ırmak
sandığımız ancak Nazi döneminde yapılmış olduğunu öğrendiğimiz çok sayıda su
kanalları ve içinde dolaşan gemiler ilgimizi çekti. Geniş kara ve demir yolları Su kanalları üzerindeki
sık köprüler ile birbirine bağlanıyordu. İşte Nazileri iktidara getiren de bu
yatırımlardı. Birinci dünya savaşından mağlup ayrılan Almanya 1930 ekonomik
krizine ve sömürge topraklarının azlığına rağmen çok hızlı bir ekonomik
gelişmeyi başarmış. Yol ve kanal yatırımları
Almanya tarım ve sanayisini uçurmuştu. Bu ekonomik gelişme halkta refah
düzeyini artırmış ve iktidar desteğini pekiştirmişti.
Dünya ekonomisinde güçlü olan İngiltere ve
Fransa’ya karşı üstünlük için bol hammaddeye ihtiyaç vardı. Hammaddenin kaynağı
sömürgelerdi ve Afrika ve Asya’da bulunan sömürge ülkeler İngiltere ve Fransa
egemenliğinde bulunuyordu. Bu ekonomik
rekabette Almanlar için büyük dezavantajdı. Almanya sömürge ülkelerini
artırmalıydı. Bu dünyanın gerilimini
artırıyordu. Güçlü bir Almanya dünya barışı için bir tehdit görülüyordu.
Ekonomik ve siyasi anlaşmalar yapılarak bloklar oluşturuluyordu. Gerginlik bir
patlamaya dönüşmesi için bir kıvılcım yeterdi.
Herhangi bir gelişme veya hemen
hemen her şey bir savaş sebebi olabilirdi.
İktidar Alman şovenizmini yükseltiyordu.
Almanlar çok gülü çalışkan ve asildi. Diğer ırklar kötü ve hastalıklıydı ve asil
Alman ırkı için bir tehdit oluşturuyordu. Alman ırkı komünistlerden,
Polonyalılardan, Yahudilerden ve Çingenelerden korunmalıydı. Ülkedeki bütün
sendikacı komünistler, Yahudiler ve Çingeneler belirlenerek toplama kamplarına
alındılar. Baskı ve tehditlerle ülkeyi terk etmeye zorlandılar. Önce ülkedeki
farlılıklar bertaraf edilecekti. Toplama kampları pek çok acılara tanık oldu. Ölümler
olağan görülmeye başladı. Akıllara gelmeyen taciz, işkence ve yaralamalar,
ölümler oldu. Çok az insan toplama kamplarından sağ çıkabildi.
Ve savaş bir kibrit aleviyle başladı ve
Bütün dünyayı yangın yerine çevirdi. İnsan kanı su gibi aktı. Savaşın
acımasızlığı teknoloji ile vahşete döndü. İnsanlar diri diri yakılarak
öldürüldü. Sonunda Savaş bitti, ama Dünya çok şey kaybetti. Bunları yaşayan
dünyada tüm insanların “Savaşlara Hayır… Yaşasın Barış…” demesi çok önemlidir.
Bunun için sadece insan olmak yeterlidir.
Ve Atamızı anma zamanıdır. Ne güzel demiş… ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” Mustafa
Kemal Atatürk.
Gezinin bu bölümünde Berlin’de Otto Rosenberg
enstitüsünü ziyaret ettik. Enstitünün
bahçesindeki açık hava resim müzesini gezdik. Açık alanda Nazi döneminde zulüm gören
Roman aileler, çocuklar ve kadınlarla ilgili resimler ve dokümanlar
sergileniyordu. Salonda bizi Otto’nun kızı Petra karşıladı. Geniş bir binada kurulu
Enstitü sadece Romanlar için değil tüm dezavantajlı gruplar için bir eğitim ve
uyum merkezi olarak çalışıyordu. Petra babasını, babasının anılarını ve vizyonunu
bizimle paylaştı. Otto’nun anılarından birkaç bölümü okudu. Otto Nazi döneminde
bir çocukken kobay gibi kullanılmasını ve esir kampı dönemi yaşamını anlattı, onun
acılarını yüreğimizde hissettik.
Toplama kamplarında sağ kurtulabilen nadir
kişilerden olan Otto çok uzun bir dönem bunları konuşmaktan çekindi. Sonra
anılarını yazmaya karar verdi. Romanlar da soykırıma uğradılar bu gerçeği
anlatmalıydı. Uluslararası hak örgütleri tarafından desteklendi. Almanya’nın
roman soykırımının gerçeğini görmesini sağladı. Lobi gücü olmayan romanların
talepleri eritilerek kerhen kabul edildi. Bu başarı bile çok önemliydi. Otto,
hayali olan bu enstitüyü kurmuş ve tüm dezavantajlı gruplar için fırsatlar
oluşturmuştu. Bu görevi şimdi kızı Petra sürdürüyordu. Otto’nun anıları kitap
olarak basılmıştı. Sinema filmi yapılması ile ilgili çalışmalar devam ediyordu.
Biz de onun hayallerine destek vermeliydik ve Otto’nun yaşamını herkes
öğrenmeliydi.
Berlin Belediyesi göçmenler idaresini ziyaret
ettik. Birim amiri bir Sinti idi ve Romanes konuşuyordu. Romanlarla ilgili
önemli çalışmalar yapılıyordu ve ekipte Romanlar da yer alıyordu. Bizce bu
başarmanın anahtarıydı. Çalışma ekibinde
yer alan kardeşlerimizle tanıştık. Sorunlar benzerdi. Ayrımcılık, İşsizlik, konut sorunları için
çalışmalar sürdürülüyordu. Almanya’da Sintiler 400-600 yıllık geçmişe sahipler.
Kendilerini Sinti olarak tanımlamayı tercih ediyor, kısmen toplumla bütünleşmiş
bir beraber yaşamayı başarmış durumdalar. Yine de Nazi döneminin etkisi midir bilmiyorum
ama hiçbiri resmi kayıtlara roman kimlikleri ile girmeyi kabul etmemektedirler.
Nazi döneminde Roman kimlikleri kilise kayıtları ile tespit edilmiş ve tüm Romanlar
teker teker toplanarak ölüm kamplarına götürülmüştü. Bir daha böyle bir riski
almak istemiyorlardı. Son yıllarda Balkan Ülkelerinden gelen kontrolsüz
göçlerin içinde pek çok Roman da bulunmakta ve bu göçler sorunları büyütmekte
ve çözüm çalışmalarının maliyetini artırmaktaydı. Ne olursa olsun belediye
toplu konutlar ve destek eğitimi programlarıyla Roman sorununu samimi olarak
çözmeye çalışıyor.
Berlin’de faaliyet gösteren Roman-Sinti
derneklerini ziyaret ederek gezimizi sürdürdük. RomaTrio ve AmaroRom derneklerinde,
Almanya’daki Romanların sorunlarını dinlerken Türkiye’deki gelişmeleri anlattık.
Roman dernekleri 8 Nisan’da, Hıdrellez’de
ve 2 Ağustos’ta özel programlar hazırlamakta, programlara yüksek düzeyde
katılım sağlamaktadır. Sergi ve sokak
gösterileriyle Roman kültürünün tanıtımını sağlıyorlar. Tarihçi ve
araştırmacılarla özellikle yakın tarih ortak çalışmaları yapıyor ve bunları
arşivliyorlardı. Son araştırmalarında
Avusturya’da Romanların katledildiği bir toplama kampı tespit edilmişti. Bu
toplama kampı Avusturya Devleti tarafından domuz çiftliği olarak
kullanılıyordu. Bu bir hakaretti ve bunun için Uluslararası bir kampanya
düzenlenerek buranın aslına uygun bir açık hava müzesi olması mücadelesini
başlatmışlardı.
Sintiler, Devlet desteği ile kısmen rahat
bir yaşam sürüyorlar, ancak hala dışlanma sorununu çözümlemiş değiller. Bütün
dünyada olduğu önyargı ve ötekileştirme sorunu için çok uzun bir süreç
gerektiriyor. Dernekler hükümetlerle ortak çalışmalar düzenlemekte ve sorunların
çözümüne katkı sağlamaktadırlar. Dernekler çalışmalarıyla ilgili dokümanları
bizlerle paylaştılar.
Berlin programının son günü Türk
mahallelerini gezme fırsatımız oldu. Bölgeye geldiğimizde işyeri tabelaları
ilgimizi çekti. Engiz Kasabı, Engiz taksi, Engiz Berberi… Sanki Samsun’un Engiz İlçesi’ndeydik. Hemşerilerimle sohbete başladık. Çay ikramları
eşliğinde dertlerini paylaştık. Mutlu değillerdi. İşsizlik önemli bir sorundu.
Durumlarının Almanya’nın birleşmesiyle bozulduğunu ve giderek kötüleştiğinden
bahsettiler. Bunun üzerine ırkçı davranışların son dönemlerde yükseldiğini,
Hükümetin bununla ilgili çalışmalar yaptığını söylediler. Mutlu değildiler amma
geri dönmeyi de asla düşünmüyorlardı. Artık biz buralıyız diyorlardı. Koyu bir
sohbet oldu. İnanın sahil kasabası olan
Samsun Engiz’de bu aylarda bu kadar kalabalık yoktur. Memleketten birilerinin gelmesi onları çok
mutlu etmişti. Vedalaştık ve ayrıldık…
Hızlı Tren ile Mannheim’a sonrada Heidelberg’e
geçecektik. Rehberlerimiz bizleri istasyona getirip trene binene kadar eşlik
ettiler. 5 saati aşan bir yolculuğu
çevreyi seyrederek bazen uyuyarak geçirdik. Almanya’da sanki hiç dağ yoktu.
Dümdüz arazide yolculuk yapıyorduk. Her yer yemyeşildi. Sayamadığımız kadar su
kanalları vardı. Hava açıktı ancak Almanya’da
açık havada bile güneş hiç gözükmüyordu.
Belli ki Almanlar tatillerini bu yüzden güneşi bol güney sahillerimizde
geçiriyordu.
Yemyeşil ekili araziler güneye yaklaştıkça
fabrika ve sanayi alanlarına dönüyordu. Trenin varış saatinde sadece 3 dakika gecikme
olmuştu ve bu beni şaşırtan bir düzendi.
Ve bir şaşırtan farklılık, gün erken kararmıştı. Mannheim’da Bizi
rehberimiz karşıladı ve beraber Heidelberg trenine geçtik. Bir saate yakın bir
yolculuktan sonra Heidelberg’e geldik. Otelimiz tren garının yanındaydı. Yarın
programın son günüydü. Ben yarın akşam saatlerinde Münih’te yaşayan kız
kardeşlerime misafir olacaktım. Tren biletimi aldım ve yeğenlerime biletim ile
bilgi verdim. Beni garda bekleyeceklerdi. Ve biz çok yorulmuştuk. Ben erken yatmayı tercih ettim. Sabah kahvaltıdan
sonra rehberimizle beraber Roman dokümantasyon müzesine geldik. Türk rehberimiz
yine hemşerimdi. Gerçi hiç görmese de, gelmemiş olsa da, babası Samsun
Alaçamlıydı. Müze müdürü ile beraber Almanya’daki Romanların durumu ve porajmos
araştırmaları konusunda bir sunum yaparak bizi bilgilendirdi.
Girişte bizi Romanların Loli çay dedikleri Dr
EVA JUSTİN’in Roman çocukları ile yaptığı
ırk çalışmalarını gösteren fotoğraf
karşıladı. Rehberimiz müzede her fotoğrafın ve belgenin özelliklerini
anlatıyordu. Müthiş acılar içeren fotoğrafların her biri bir film olacak kadar
doluydu. Bu yaşananları tüm dünya duymalı ve öğrenmeliydi. Bu güne kadar Yahudi
olarak söylenen kurbanların pek çoğunun Roman olduğu son araştırmalarla ortaya
çıkıyordu. Nazilere direnişte de Romanlar diğer gruplara cesaret vermişlerdi. Mayıs
1944'te, Nazi askerleri Roman mahkûmlara Aushwitz kampındaki barakalarını terk
etmelerini emretti (muhtemelen gaz odalarında ölüme gönderilmek üzere). Bıçak
ve baltalarla kuşanan Romanlar ayrılmayı reddettiler, direndiler ve Nazi
askerleri geri adım atmak zorunda kaldı. Bu direniş tüm kamplarda mahkûmların
direniş gücünü yükseltti.
Bir fotoğrafa baktık. Bir aile fotoğrafı. Dokuz
kişilik bir Roman ailesinin s
avaştan önceki resmi. Savaştan sonra
fotoğraftakilerden sadece 3 kişi sağ kurtulabilmişti. Hesap buydu ve bu hesapla
Porajmos’ta 500.000 Çingene katledilmişti. Çocukların, kadınların fotoğrafları
toplama belgeleri ve kayıtlar hepsi müzede sergileniyordu. Her biri acı bir hikâye
idi. Tespit edilebilen Porajmos kurbanlarının isimleri bir panoya listelenmiş
ve ziyaretçilere sunuluyordu. Müzenin üst katında Porajmas kurbanları için bir
anıt, önünde unutulmayacak acıları anlatan hiç sönmeyecek yakılan mum ateşi
bulunuyordu. Müzeden çıktığımızda duygu sarhoşuyduk. Allah böyle acılar bir
daha göstermesin. Bu acıları yerinde yüreğimizde hissettik.
Heidelberg bir üniversite şehriydi. Avrupa’nın
ilk kurulan üç üniversitesinden biri ve Almanya’daki ilk kurulan üniversitenin
bulunduğu bir şehir. Öğrenci şehri.
Tarihi, manzarası ve kültürel etkinlikleri ile bir turizm beldesi.
Rehberimiz eşliğinde müzenin yanında
bulunan Heildelberg sarayını gezecektik. Saray yamaçta kurulu ve ulaşım yamaç
tranwayı ile sağlanıyordu. Hava soğuk ve
kapalı olmasına rağmen ziyaretçi sayısı çoktu, genelde gençlerden oluşuyordu ve
çok çeşitli milletlerdendi. Tarihi bir saray kalıntısı. Doğal haliyle zi
yarete
açılmıştı. Kendimi Orta Çağ’da,
derebeylikler zamanında bir şövalye gibi hissettim. Sanki tarihi bir filmin
içindeydim. Bol bol resim çektirdik.
Sarayın içindeki şarap imalathanesine girdik. Avrupa’nın en büyük şarap fıçısının
önündeydik. Rehberimizle sarayın ön cephesine geçtik. Şehir ortasından geçen
ırmak, tarihi köprüler, karşı yemyeşil yamaçta yürüyüş parkurları ve doğal
mimarisi ile bir tablo gibiydi. Uzun
uzun seyir ettik yaşanacak güzel bir şehirdi. Sarayın bazı bölümlerinde tadilat
devam ediyordu. Rehberimiz, yaz aylarında saray avlusunda pek çok kültürel
etkinliklerin yapıldığını, Dünyanın en ünlü müzik ekiplerinin konserler
verdiğini ve bu etkinliklere pek çok devlet başkanlarının ve üst düzey
yöneticilerin de katıldığını belirtti. Zaman çabuk geçiyordu. Ve ben Münih
trenine yetişecektim. Diğer
arkadaşlarımdan ayrıldım. Rehberimiz bana eşlik ediyordu. Saraydan indik şehir
çok kalabalıklaşmıştı. Noel arifesiydi ve şehrin sokak ve meydanları Noel
etkinlikleri ile doluydu. Alelacele, çevremizi seyrederek hızlı adımlarla
yürüyorduk. Sokaklar ulaşıma kapalıydı ve biz treni kaçırabilirdik. Bir taksiye
bindim. Taksi şoförü Konyalı bir Türk’tü.
Kendimizi yabancı bir ülkede hissetmemize fırsat verilmiyordu. 20 yıldır
burada yaşıyordu ve taksi kendisinindi. Ucu ucuna trene yetişebildim.
Trende gözlerimi kapadım, geziyi yeniden
yaşıyordum. Bu geziye sebep olanlara borcum vardı. Aldığım notları karıştırdım, bunları
yazmalıydım. Otto Rozenberg, Rukeli
Trolman ve “Cennette Buluşmak Üzere’nin” hikayelerini herkes öğrenmeliydi.
Hazırlayacak ve paylaşacağım.
Tren tam zamanında Münih’e vardı. Küçük
çantamla trenden indim. Mustafa yeğenim beni karşılayacaktı. Garın karşısında beni bekliyordu. Kucaklaştık
benim burada olmam onları şaşırtmıştı. Uzun zamandır beni Almanya’ya davet
etmek istiyorlardı. Bir türlü nasip olmamıştı. Bu gezi bunun için bir fırsat
olmuştu. Mustafa Münih belediyesinde elektrik teknisyeni olarak çalışıyordu.
Burada doğmuş ancak Türk gibi büyümüştü. Arabasına doğru yürüdük hava
karanlıktı. Ve eve yola çıktık. Zolling Fresing te yaşıyorlardı. Kendi inşa
ettikleri evlerinde yaşıyorlardı. Aile olarak 40 yıldır buradaydılar. Eve geldiğimizde kız kardeşim, eniştem,
yeğenler ve komşular hepsi beni bekliyorlardı. Kucaklaştık, özlem giderdik. Cumartesi-Pazar misafirleriydim ve pazar günü
saat 14’te uçakla Türkiye’ye dönecektim. Hal hatırdan sonra gezi sürecini onlarla
paylaştım. Yeğenlerim kendilerini iyi yetiştirmişlerdi. Fulya ve özlem iyi
eğitim almış ve iyi işlerde çalışıyorlardı.
Yeğenlerim, “Hemen yakınlarda Dachau toplama kampı var, istersen orayı
gezebiliriz” dediler. Mustafa cumartesi
günü işyerinde görevliydi. Eniştem Resul, Fulya ve Özlem’le beraber kampı
gezdikten sonra Münih’e geçecek, Mustafa ile buluşacaktık.
Sabah obezite rahatsızlığı olan kız kardeşimi
sağlık ocağına getirirken Zolling’i gezme fırsatımız oldu. Küçük bir yerleşim
yeri. Tipik bir Alman kasabası. Buz gibi bir hava vardı. Ve hayret uzaktan güneş gözüküyordu. Alışveriş
yaparak eve kahvaltıya döndük…
Dachau toplama kampına geldik. Güneş
kaybolmuştu. Çok soğuk ve ayaz olmasına rağmen yine de ziyaretçi sayısı çok yüksekti. Şimdi kullanılmayan bir tren yolunun son
istasyonunu önünde bulunan kampa kontrol kapısından giriliyordu. Trenden silahların gölgesinde indirilen
insanları kadın ve çocukları görür gibiyiz. İtilen tartaklanan insanlar kamp
girişine alınıyorlardı. Soğuk görüntü havayı daha fazla soğutuyordu sanki… Tel
örgü ve su kanalı ile çevrili kampa üzerinde ARBEIT MACHT FREI (Çalışmak
özgürlüktür) yazan bir kapıdan giriliyordu. Kendimizi sınırdayız ve savaştayız gibi
hissediyordum. Trenden inen esirler tartaklanarak girişteki kayıt bürosuna
alınıyor. Kayıtları yapılarak Dezenfekte edilen odalara alınıyor bir uyuz köpek
gibi aşağılanarak tazyikli su ile ıslatılıyordu. Mahkûmlar ilk dakikadan
itibaren ölüme razı duruma getiriliyordu. Mahkûm elbiseleri ile uzun prefabrik
kulübelere alınıyorlardı. Şimdi Toplama kampı bir müzeye dönüştürülmüş ve ziyarete
açıktı. Yatakhane olarak kullanılan prefabrik kulübeleri sökülmüş sadece biri
bırakılmıştı. Kampta yaşananlar, resimlerle ve kısa filmlerle anlatılmaya
çalışılıyordu. Toplanma meydanı, yakma odaları hepsi ayrı bir trajedi
saklıyordu. Yakılan mahkûmlardan kalanı resmeden yanmış insanların birbirine
yapışmış kemiklerini gösteren heykel insanın içini acıtıyordu. Kampta biraz
sonra ölecekler; bir lütuf gibi, son dualarını yapmak üzere, bir alana
alınıyorlardı. Bu alan şimdi dini tören
yeri olarak düzenlenmişti. Kampta bir soğuk ayaz olmasına rağmen, her tarafta,
yakılan insanların et kokusu hissediliyordu. Sanki boğuluyordum. Yeter artık
dedim artık çıkalım. Sanki onların yaşadıklarını yaşadım gibi sanki bunları
yaşamak hissetmek çok kolay gibiymiş gibi.
Arabayla Münih’e doğru yola çıktık. Şehir çok kalabalıktı. Arabayı park ettiğimiz yer Türklerin ağırlıklı
olduğu bölgeydi. Manavlardan yükselen “armut 2 buçuk’’ sesleri bizi Türkiye’deymiş
gibi hissettirdi. Sokaklar Noel’in yaklaştığını gösteriyordu. Mağazalar büfeler sergiler herkes alışveriş
yapıyordu. Rahatsız eden ekşimsi bir
koku yayıyordu sokaklarda. Yeğenler
sıcak taze şarabın kokusu dediler. Almanlar kışın ısınmak için her yerde bol
bol sıcak şarap içiyor ve bunu çok seviyorlardı. Şehir büyük ve tarihi yapılarla
doluydu. Kilise ve devlet binaları özellikle çok gösterişli inşa edilmiş ve iyi
bakımla korumaya alınmıştı. Muhteşem
tarihi binalar insanı yüzyıllar öncesine götürüyordu.
Sanayi öncesi dönemde geçimlerini göçebe zanaatçılıkla karşılayan tüm Çingene kavimlerinin kendilerine ait bir tarihi vardır. Balkan coğrafyasının en kalabalık Çingene gruplarından olan Romanlar da Hindistan'dan Avrupa'ya uzanan zorlu bir göç süreciyle başlayan bir tarihe sahiptirler. Roman toplumuna mensup bireylerin, toplumlarını hedefleyen önyargılar karşısında kişiliklerini ve toplumlarını savunabilmeleri ve kendilerini birlikte yaşadıkları toplumlara daha iyi anlatabilmeleri için bu tarihi bilmeleri büyük önem taşımaktadır.
TEMEL METİNLER
ROMAN OLMAK NE DEMEKTİR?
Romanlar Balkanlar'da yaşayan en büyük Çingene topluluklarındandır. Roman toplumunun Romanes adı verilen bir dili ve başlangıcı Kuzey Hindistan'a dayanan bin yıllık bir tarihi bulunmaktadır. Romanların en eski ataları uzun yolculuklarına Hindistan'dan başlamış olsalar da Roman Çingeneleri gerçek anlamda bir Balkan toplumudur. Hem Romanes dili, hem de Roman kültürünün diğer özellikleri uzun bir göç sürecinin ardından Balkan topraklarında bugünkü şeklini almıştır.
***
Dünyanın dört bir yanında farklı Çingene kavimleri yaşamlarını sürdürmektedir. Bu kavimlerin ortak özelliği sahip oldukları topraklar, hayvan sürüleri ve geniş orman arazileri ellerinden alındığı için geçimlerini göçebe zanaatçılıkla temin etmek zorunda kalmış olmalarıdır. Roman toplumun ataları da yine kendilerine başka hiçbir alternatif bırakılmadığı için yüzlerce yıl boyunca sepetçilik, elekçilik, kalaycılık, demircilik, müzisyenlik, şifacılık gibi geleneksel Çingene meslekleri ile geçinmek zorunda kalmışlardır. Sanayinin yaygınlaşması ile birlikte geleneksel Çingene meslekleri büyük ölçüde yaygınlığını kaybettiğinde ise az sayıdaki şanslı Roman avukat, doktor, mühendis veya öğretmen olmayı başarabilmiştir. Günümüzde Balkanların her yerinde yaşayan Roman toplumunun büyük çoğunluğu ekmeklerini taştan çıkarmakta, yaşadıkları ülkelerdeki diğer kesimlerin çoğunlukla tercih etmediği düşük gelirli ve en zor işlerde çalışmaktadırlar.
ROMANLARIN TARİHİ
Sanayi öncesi dönemde geçimlerini göçebe zanaatçılıkla karşılayan tüm Çingene kavimlerinin kendilerine ait bir tarihi vardır. Balkan coğrafyasının en kalabalık Çingene gruplarından olan Romanlar da Hindistan'dan Avrupa'ya uzanan zorlu bir göç süreciyle başlayan bir tarihe sahiptirler. Roman toplumuna mensup bireylerin, toplumlarını hedefleyen önyargılar karşısında kişiliklerini ve toplumlarını savunabilmeleri ve kendilerini birlikte yaşadıkları toplumlara daha iyi anlatabilmeleri için bu tarihi bilmeleri büyük önem taşımaktadır.
Roman tarihi yazılı kaynaklardan öğrenilemez. Doğrudan doğruya Roman tarihine kaynaklık edebilecek çok az sayıda yazılı belge bulunmaktadır. Buna karşılık Roman tarihinin en büyük şahidi Roman dili, Romanestir. 1700'lü yılların sonlarından itibaren Romanes dilini inceleyen dilbilimciler bu dilin kimi özelliklerinden Romanların tarihine ilişkin çeşitli sonuçlar çıkarmışlardır. Romanes dilinin Avrupa'da konuşulan diller içerisinde yakın dönem Hint dilleri ile doğrudan ilişkili tek dil olması Romanların tarihinin Hindistan'da başladığını ortaya koymaktadır. Hindistan'da başlayan Roman tarihi, Romanların bir Avrupa halkına dönüşmesiyle devam edecektir.
BEN BİR ÇİNGENEYİM
Tarihin en eski devirlerinden beri korktular bizden. Adımızı Çingene koydular. Farklıydık. Daha yoksulduk. Daha özgürdük. Ama insandık. Tıpkı onlar gibi. Onlar bunun farkında değildi. Bizimle çalışmak, bizimle yaşamak, bizimle konuşmak istemediler. Biz yarattığımız göz nuru zanaatlerle onlara bir yaşam bahşederken onlar şehirlerinin unutulmuş köşelerine attılar bizi. Yoksulluk bitmeyen bir lanet gibi üstümüze çüktü. Çok acılar çektik.
Tarihin en eski devirlerinden beri korktular bizden. Adımızı Çingene koydular. Farklıydık. Daha yoksulduk. Daha özgürdük. Ama insandık. Tıpkı onlar gibi. Onlar bunun farkında değildi. Bizimle çalışmak, bizimle yaşamak, bizimle konuşmak istemediler. Biz yarattığımız göz nuru zanaatlerle onlara bir yaşam bahşederken onlar şehirlerinin unutulmuş köşelerine attılar bizi. Yoksulluk bitmeyen bir lanet gibi üstümüze çüktü. Çok acılar çektik.
Atalarım, bu haksızlıklardan kurtulmak için her yolu denediler... Haykırarak baktılar insanların gözlerine; bazen yalvararak! "Biz Çingene değiliz, insanız". Bizi kabul edin. Lütfen!
Bugüne kadar kimse onları dinlemedi. Çaresizliklerinin karşısında gülümsediler. Yoksulluklarıyla alay ettiler. Umutsuzluk bir karabasan gibi çöktü insanlarımızın üzerine.
Ben atalarım gibi umutsuzca yalvarmayacağım. Biliyorum ki gerçekten de biz farklıyız! Özgür, hırçın, dayanıklı, güçlü, insancıl, ve yaratıcıyız. Tarihin en barışçı insanlarıyız. Bu yüzden utanmam gerekmiyor.
Evet ben bir dokunulmazım. Acılarımızın verdiği güçle; çirkinlikler, kalleşlikler ve aşağılayan bakışlar dokunamaz artık bana. Temiz yüreğimize değil aşınmış ayakkabılarımıza bakanlar incitemez artık kalbimi. Madem ki binlerce yıldır ölüm tadında yaşadık hayatı; bundan sonra hiçbir güç dokunamaz tertemiz insanlığımızla beslenmiş kutsal özgürlüğümüze. Ben bir dokunulmazım.
Olduğum şeyle gurur duyuyorum. Herkes bilsin! Ben Bir Çingeneyim
ÇİNGENELER KİMDİR?
ÇİNGENELER KİMDİR?
Çingeneler insanlık ailesinin ayrılmaz bir parçasını oluştururlar. En gerçek ve doğru manasıyla Çingeneler göçebe zanaatçı ataların çocuklarıdır. Tarihin en eski zamanlarından beri kimi insan grupları; tarım veya hayvancılıkla geçinmişlerdir. Çingenelerse çeşitli nedenlerden dolayı göçebe zanaatçılıkla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Biz Çingenelerin ataları; sepet, elek, metal eşya, kalay vs gibi ürün ve hizmetleri meydana getirerek bunları tarım ve hayvancılıkla geçinen diğer toplumlara satmışlardır. Bizim atalarımız diğer toplumlar gibi hayvan sürülerine ve geniş topraklara sahip olmadığından göçebe zanaatçılıktan başka bir geçim imkanı bulamamışlardır. Aslında Çingenelerle Çingene olmayanları birbirinden ayıran yegane fark budur.
Sanıldığı gibi bizlerle diğer insanları birbirimizden ten rengi, ırksal özellikler ya da dil ayırmaz. Esmer Çingeneler kadar beyaz tenli ya da sarışın Çingeneler de vardır. Farklı ırklara mensup Çingene grupları da vardır. Farklı diller konuşan Çingene grupları da vardır. Ama tüm Çingenelerin ortak özelliği atalarının binlerce yıl boyunca göçebe zanaatçılıkla geçinmiş olmalarıdır. Bugün birey olarak bir Çingene hangi mesleği yapıyor olursa olsun, insanlığın ilk zamanlarında atalarının göçebe zanaatçı olması onun da Çingene toplumuna ait olduğunu gösterir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder