Yazar ve araştırmacı Hüseyin Irmak, Çeribaşı Akmaca'nın "Çeribaşı Rüstem Aga" isimli romanına yazdığı sunuş yazısını sitemiz okurlarıyla paylaştı. Irmak, bir dostun gözünden Yahya Kemal Romanlarının ve "Çeribaşı Rüstem Aga"'ya uzanan çileli yolun hikayesini anlatıyor:
Genel kanı, Romanların göçebe bir
toplum olduğunu söyler. Gezgin, yerleşik yaşamı sevmeyen, günlük yaşayan
insanlar şeklinde tanımlar onları. Öyle ki; Romanlar bile böyle düşünür. Çünkü
Pencab ve Sind bölgesinden, tarihi tartışmalı çıkışlarının üzerinden en az bin
yılı aşkın bir zaman geçse de, yürüyüşleri aslında hâlâ bitmemiştir.
Hindistan
yarımadasının orta ve kuzey-batısından çıktıkları belirtilen Romanlar, Hazar
Denizi kuzeyinden Kafkaslar yoluyla Orta ve Batı Avrupa ile Balkanlar’a; İran,
Anadolu yoluyla Balkanlar ile Trakya’ya, Suriye yoluyla Küçük Mısır (Mora
yarımadasında) ile Mısır’a, Kuzey Afrika yoluyla İspanya’ya kadar yayılmış;
derken Amerika kıtasına geç(iril)mişlerdir. Paris kapılarına gelen Romanlar,
oradan İspanya’ya in(diril)miş, Kuzey Afrika’dan gelenlerle Andalusya’da
(Endülüs) birleşmiştir.
Aslında
çeşitli çaplarda devam edegelen bu bin yıllık (belki de çok daha fazla) macera
boyunca Romanlara göçü sevip sevmedikleri ise neredeyse hiç sorulmamıştır.
Hatta kendilerinin dahi bunu sorguladığı pek söylenemez. Çünkü maruz kaldıkları
şey, yaşam tarzı haline gelmiştir.
“Göçetmeyi kendileri mi istiyor?” sorusuna verilecek cevabın Roman
tarihine yaklaşımı değiştireceği düşüncesiyle Sulukule’nin neden yaklaşık 900
yıl yaşadığını ve dünyanın ilk Roman yerleşkelerinden biri olan bu semtin niçin
ortadan kaldırıldığını sorarak başlamak isterim.
Onlara “yeryüzü göçebeleri” demek ya da “anayurtları dünya” tabirini kullanmak
kulağa hoş gelse de aslında gerçeği yansıtmaz. Çünkü Romanlar, bir yerden
ötekine genellikle kendi istekleri dışında gitmiştir. Göç etmemiş, sürgün
edilmişlerdir. Ya da bu kitapta okuyacağınız hikayedeki gibi “nereye giderseniz gidin” denerek
kovulmuştur. Kendilerinin yaptığı ara geçişler ise sadece uygun yer arayışından
veya ara kovulmalardan ibarettir.
Yani
Roman tarihi, bir göç tarihinden ziyade bu insanlara yerleşme fırsatı
vermemenin tarihidir. Diğer ifadeyle bir kovulmalar ve sürgünler tarihiyle
karşı karşıyayız. Durumu tanımlayacaksak eğer, “yeryüzü sürgünleri” demek daha doğrudur. Her coğrafyada sayısız
sürgün yemiş bir topluluktan bahsediyorsak “gezgin”
yerine “gezdirilmiş”; “göç” yerine de
“sürgün” kelimesi kullanmak daha
doğrudur. Böylece “göçebe” ya da “özgür ruhlu” diyerek yaşanan gerçekliği
yumuşatmamış oluruz.
Çoğunlukla
böyle süregelmiş olan büyük macerada, yerleşmeye çalışıp ta ciddi zararlara
uğrayarak ancak tutunabildikleri bölgelerde şehrin duvarları dışında kendi
gettolarında yaşamaya mecbur edilmişlerdir. Şehir yaşamına dahil olmaları, yani
dokunmaları istenmemiştir. Onlara verilen isim bile bu minvaldedir. Roman topluluklarına “dokunulmazlar” anlamında “Athinganoi” (*) (*; Αθίγγανος (athi'nganos-tekil erkek-), αθιγγανίδα (athingani'dha-tekil dişi-). Çoğulu; αθίγγανοι/αθιγγανίδες (athíngani-erkek-, athinganídhez-dişi-) Θιγγάνω=dokunmak kelimesinden gelen bir kavram. Dokunulmaz, parya anlamındaki kelime, daha önceki dönemlerde ise dince kabul olunmuş inançlara aykırı düşünce mensuplarını ifade etmek için kullanılmış. (Büyük Yeni Ortak Yunanca Sözlüğü, Triandafili’dis) denmiştir. Tarihçiler bu ismin, ilk olarak 11. ve 12. yüzyıllarda Bizans belgelerinde tarih sahnesine çıktığını söylemektedir. Sonraki yüzyıllarda “Çingane”, “Çingene”, “Ciganin”, “Zigeuner”, “Zingari”, “Tsigane”, “Tigani” kelimeleri bu sözcükten türemiştir. Oysa bu sözcükten önce Zott, Jat, Luli, Nuri, Lom veya Dom diye bilinen bir halk ya da halklar topluluğu idiler.
“Dokunulmazlar” hep göç ettirilmek korkusu ve bir
türlü yerleşik olamamanın tedirginliğiyle tarih boyunca uzun vadeli yaşam planı
yapamadan yaşamıştır. Günü kotarmak kaygısıyla daraltıldıkları için yaşam
tarzları buna göre şekillenmiş, geçimlerini sağladıkları zenaatlari de
dönemlere ve coğrafyaya göre bu nedenle değişmiştir.
Günlük
yaşamak bir Roman özelliği olmaktan çok buna maruz bırakılmanın getirdiği bir
zorunluluk halidir. Sürekli örselenerek ve itilip kakılarak yaşayan Romanlar,
gezegenin en fazla “gezdirilmiş”
topluluğudur. Aynı zamanda en fazla rüşvet vermek zorunda kalan topluluğu da
Romanlardır. Çünkü yerleşemeyen, yerleşse de daima diken üstünde yaşayan Roman
toplulukları bu seyyar ve yarı legal nitelikleriyle 2500 yıldır rüşvet alınmaya
en müsait kesim haline gelmektedir. Emin olun ki; her çağda bütün resmi
görevliler (istisnalar elbette vardır) bu durumu sonuna kadar istismar
etmiştir.
Kaynaklara
göre, 1419’da Fransa topraklarına ayak basan Romanlar, Hıristiyan dünyasında
rahat hareket edebilmek üzere Papa’nın korumasının yararlı olacağını fark
edince Papa V. Martin’i ziyaret edip ondan bir takım mektuplar alır. Bu
belgeler, Romanların yüzyılı aşkın bir süre rahat yolculuk etmesini
sağlayacaktır.
Ağustos
1427’de Paris kapılarına gelen Romanlar, yerel halkla sorunlar yaşayınca
yeniden göç etmek zorunda kalır ve güneye iner. İspanya’ya giderken görevlilere
ve yerel halka Santiago de Compostela’ya hacca gittiklerini söylemek durumunda
kalırlar. Afrika üzerinden deniz yoluyla İspanya’ya gelen kol ise Andalusya’ya
vardığında kendilerinin Papa, Fransa kralı ve Kastil kralının koruması altında olduğunu
söyler.
Bu üç
örnek bile yollardaki durum hakkında fikir verebilir. Félix Grande isimli bir
yazarın “Flamenko… Ağızda Kan Tadı”
başlığıyla yazdığı makalede; “İspanyol
çingenelerinin tarihi beş yüzyıl sürmüş sürekli bir uyanıklık halinin
tarihidir. Geleneksel olarak göçebe bir halkla, genellikle kuşkucu, çoğunlukla
otoriter ve zaman zaman da zalim bir yerleşik toplum arasındaki çekişmenin
öyküsüdür bu. 18. yüzyılın bitiminde, Andalusya’nın yüzyıllık müzik
geleneğinden doğan flamenkoda dile gelen dinmeyen bir acının öyküsüdür.”
satırları da konuyla ilgili fikir verecek türdedir.
Çağlar
boyunca, su misali dağılıp dağılıp yeniden bir araya gelerek akıp giden Roman
toplulukları, dil ve kültürlerini sözel aktarım ile yaşatmış, kendilerine
mütemadiyen yeni şekiller vermek zorunda kalırken özlerindeki Roman ruhuna da
sadık kalmıştır.
Aynı
özellik Yahyakemal Romanları’nda da vardır. Bir bölgeye tutunmaya çalışan
topluluğun insanca yaşam çabasının, onları kuşatan koşullar tarafından nasıl
görmezden gelindiğini ve acımasızca nasıl boşa çıkarıldığını Çeribaşı Rüstem
Aga’nın hikayesini okurken göreceksiniz. Bu kitap aynı zamanda, 50 yılda
örselene örselene daraltılan, dönemsel keyfiyetlerle oraya buraya itilen, her
ötelenişte biraz daha küçülen mahallenin hicran öyküsüdür. Fakat yokolana kadar
da ruhlarından bir şey kaybetmeden yaşadılar.
Son
yıllarda 80 haneye kadar düşen mahalle, son darbeyi gaz bombaları ve yangınlar
altında yaşanan bir operasyonla aldıktan sonra, önce 20’lere ardından 3 haneye
düştü. Üç hane iken dahi evlerinin önüne çekilen ve onları nefessiz bırakacak
kadar kuşatan duvarın bir bölümünü beyaza boyayıp, çöpten buldukları
projeksiyon makinesine Kemal Sunal filmleri takarak seyredecek kadar
insandılar.
Yahyakemal,
kendi halinde bir Roman mahallesiydi. Sakinleri, hurda ve kağıt toplayarak
geçimlerini sağlıyor, bazıları ise özel günlerde çiçek de satıyordu. Geçim
derdini karşılamaya çalışarak yaşayan bu insanlar bir yandan da evlerinin
yasallaşması için güçleri oranında çaba gösteriyordu. Fakat bunu hiçbir zaman
başaramadılar. Nihayet mahallenin tamamen yok edildiği onca yılın sonunda
görüldü ki; karşılarında daima görünmez bir irade varmış.
Meskûn
bölgelerinden önce dev bir su borusu geçirilmiş. Bu çalışma, mahalleyi yerinden
oynatırken biraz daha küçülmelerini sağlamış. O tarihten sonra su hattı,
mahallenin önüne daima bir sorun olarak dayatılmış. Bu gerekçeyle sürekli
olarak oradan gitmeleri, bölgeyi boşaltmaları istenmiş hatta güzergâh üzerinde
kalan Roman evleri mahkemeye verilmiş. Hiçbir koşulda ödeyemeyecekleri para
cezaları talep edilmiş kendilerinden. Sonraki yıllarda, içinden artık su
akıtılmasa da bu su hattı, yasallaşma isteklerini reddetme gerekçelerinden biri
yapılmış, yıllar boyu.
Derken
mahalleye yeni müdahale “dere ıslahı” ile
yapılmış. Galata Deresi boyunca yer alan evlerinden yine çıkarılmışlar. Mahalle
biraz geriye itilmiş ve yamaca sıkıştırılmış. “Dere koruma alanı” gerekçesiyle dere kenarındaki yerleşim ortadan
kaldırılınca kimi aileler mahalleden gitmek zorunda kalmış. Kalanlar ötelendikleri
yerde daha sıkışık bir yaşama maruz bırakılmış.
Bir süre
sonra “koruma alanı”nın bir kısmı bölgedeki boş arsa ile birleştirilerek
futbol sahası yapılmış. Saha için çekilen duvar, mahalleyi kuşatıp ana
güzergâhtan yalıtmış. Böylece fiziken görünür olmaktan çıkmışlar. Oysa o arsa
da dahil edilerek mahalle, şehircilik kriterlerine uygun olarak dizayn
edilebilirmiş. Bu konuda mahalleli bir türlü sözünü dinletememiş.
Bütün bu
itip kakmalar sonucu sıkıştırıldıkları yerde yaşam kavgasına devam eden
Romanlar, evlilikler ve artan nüfus ile evlerini kendi içinde bölerek çoğaltmak
zorunda kalmışlar. Böylece zamanla tek çatı altında birkaç aile birden yaşar
olmuş.
Yahyakemal’de
yoğunlaştırılmış mekânlarda yaşayan Romanlar, mahallenin imar planlarında “spor ve park alanı” yapıldığından bile
haberdar değildir. Sonradan öğrendikleri bu gerçek, aslında yerleşkelerinin
ölüm fermanıdır. O saha, mahallenin celladı olacaktır.
Planları
değiştirme gayretleri, yeni mahalle projesi önerileri hiç dikkate alınmaz ve
daima geçiştirilir. Görünen odur ki; önünde sonunda mahalle yok edilecektir. Ve
süreç Ağustos 2014 itibariyle tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir.
Oysa
bölgeye ilk geldiklerinde, civarda hiç kimse yoktur. Bir yanı küçük bir Ermeni
mezarlığı (*) (*;
Sonraki yıllarda mezarların kırılıp üstlerinin hafriyat ile örtüldüğüne ve
ortaya çıkan araziye bir okul ile cami yapıldığına tanık olacaklardır) olan
boş tepeler; bunların arasından akan bir dere; etrafında Kağıthane köyünün
tarlaları ile sağa sola serpiştirilmiş birkaç kulübeden başka. 1960’larda
kurulan fabrikalar, onların çevresinde oluşan gecekondulaşma ile Romanlar adım
adım kuşatılır. Sonradan gelenler tarafından “istenmeyenler”e dönüşen mahalle,
geldikleri yerlerde de aynı şeylere maruz kalmışlardı. Tekerrür eden süreçlerde
sürekli hak kaybı yaşayan Romanlar, bu koşullarda Yahyakemal’de ancak 50 yıl
direnebilir.
Şimdi
artık mahalle yok. Tamamen ortadan kaldırıldı. Eski yaşamdan geriye kalan,
etrafa dağılmış üç-beş Roman ailesinden başka bir şey değil. “Kentsel dönüşüm” gerekçesiyle yıkılan evlerde ise çok sayıda
insanlık dramı yaşandı. Evi yıkıldığı için çadır kuran bir ailenin üç aylık
Zeynep bebeği soğuktan öldü. İstanbul’un orta yerinde yaşanan bu dram,
yöneticiler tarafından “o aile mahalleli
değil, göçer bir ailedir. Bizi zor durumda bırakmak için yalan söylüyorlar”
diye geçiştirildi. Bazı yaşlılar, şartlara dayanamayıp kalp kriziyle yaşamını
yitirdi. Ailelerin çoğu parçalandı. Yalova’ya, Hayrabolu’ya, Keşan’a,
Kuştepe’ye, Gültepe’ye gidenler oldu. Bölündüler. Kimisi oralarda yapamayıp
geri geldi ve bu defa tam anlamıyla sokakta kaldı. Kamyonet arkalarına veya
mahalleye yakın parklara çadır kuranlar, aylarca böyle yaşadı. Yıkılan evleri
için enkaz parası alanların bir kısmı, aldıklarını elektrik, su vb. borçlarına
vererek yine açıkta kaldı.
Belediyece
dağıtılan paraya kendi birikimlerini de ekleyerek civarda küçük birer ev alan
ailelerin bazıları ise paylaşım problemi yaşadı. Çünkü mahalledeyken, akraba da
olsa, aynı evde oturan farklı ailelerdi ve baba-oğul arasında çıkan
tartışmalarda kalp kriziyle ölen babalar oldu.
Ve bütün bu sosyal
sorunlarla ilgilenen hiç kimse olmadı. Son üç evi kuşatan o duvarın üzerine
Çeribaşı’nın yazdığı yazı ise her şeyi özetliyordu: “Ağlamak
özgürlükse ağlıyoruz özgürce”… Hep güldükleri sanılan Romanlar, bilinenin
aksine gerçekten ağlıyordu.
Mutlak
sona doğru son virajı dönerken mahalle çok şey gördü.
Roman
çocukları çok kere kaçırılmanın eşiğinden döndü. Kimliği ve kayıtlarının
olmadığı düşünülen ve toplumsal destekleri de nasılsa sıfıra yakın olan
Romanlar, organ mafyası için “risksiz ve
kolay av”dı. Birkaç olaydan sonra mahallenin gençleri o dönem, sürekli
etrafı kolladı ve nöbet tuttu. Çoğumuz çocukken uslu durmamız için Romanlar
tarafından kaçırılmakla korkutulurduk ya; burada ise Roman çocukları gerçekten
kaçırılmaya çalışılıyordu ve çocuklar bundan cidden korkuyordu.
Son kuşatma
başladığında çemberi daraltan uygulamalar ardı ardına geldi. Okullarda Roman
öğrenciler tecrit edildi ve aşağılanmaları arttırıldı. Çocuklar okula gitmekten
vazgeçti. Suç olmayan mahalleye resmi ellerce suç sokuldu. Gençler olur olmaz
nedenlerle gözaltılar yaşamaya başladı. Bölge sakinlerinin Romanları
istemediğine ve mahallenin kaldırılmasına dair önyargılı siyasi parti anketleri
yaptırıldı. Bu arada spor tesisi projesi hızla çizdirilip ilgili kurumların
onayından geçirildi. Proje ve yapım bütçesi İl Özel İdaresi’nden karşılandı.
Proje maketi ise ilçenin en büyük mülki amirinin odasında idi ve süreç takip
ediliyordu. Bütün bunlar Sulukule’nin yıktırılmasına dair kanunun Resmi
Gazete’de yayınlandığı dönemle zamandaştı.
Bu kitabın yazarı Cemil Akmaca ise
bu sürecin her yönüyle birinci elden tanığı olan insanlardan biridir. Resmi
kurumlarla, siyasal parti temsilcileriyle, sivil toplum örgütleriyle bütün
görüşmeleri yürüten insandır. Bir ara mahalle için dayanışma derneği (Rom-Der) dahi kurdu. Tüm kurumların
ortaklaşa sürdürdüğü kuşatmayı yarabilmek için çok çaba sarfetti. “Sesimizi duyan yok mu?” diye çok
bağırdı. Son kalan üç evden biriydi. Bu zor süreçte, askerden psikolojik
rahatsızlıklarla dönen büyük oğlu Rüstem’in sonuç vermeyen tedavi süreci ve ölümünü
yaşadı. Sağa sola dağılıp sonra dönen aileleri yanına alıp, evinin çatısı
altında onlara bölmeler yaparak barınmalarını sağlayan Çeribaşı Cemil, bu
bölmelerde çıkan büyük yangını yaşadı. Ama kapısının önüne atık malzemelerden
süs havuzu yapmayı, orada su kaplumbağaları beslemeyi yine de bildi. Tavuklar,
ördekler o son ev yıkılana kadar oralarda Cemil Akmaca’nın sayesinde dolaştı.
Mahallenin son Ederlezinde (Hıdırellez)
küçük te olsa bir ateş, o üç evin önünde yandı. Ev halkı haricinde o akşam
ateşin başında sadece üç misafiri vardı.
Şimdi
hemen üst sokakta, satın aldığı küçük dairesinde, ailesiyle birlikte yaşayan
Çeribaşı, yıllarını verdiği evinin yıkıntılarına, yeni penceresinden elinde
sigarası ile haftalarca baktı. Artık son Roman evlerinin yerinde devasa bir
inşaat yükseliyor. Son evleri kaldıranlar, Cemil’in bu kadar yakın bir noktada
ev almasını da engellemeye çalıştı. Çünkü onun varlığı, dağılan topluluğu
bölgede tutacaktı. Bu da her zaman riskli(!) bir durumdu.
Bütün bu
hengâmede Cemil Akmaca, yaşadıklarını şiirlere ve yazılara döktü. Roman dünyası
Yahyakemal’i ve macerasını Akmaca’nın satırlarıyla cingeneyiz.org’ta takip etti. Eşitsiz bir mücadelede ortadan
kaldırılışın umarsız öyküsünü fırsat buldukça yazdı.
Romanlara
dair bugüne kadar çok şey yazıldı. Romanlar hakkında bilinen ilk eser, 18.
yüzyılın sonuna doğru Greliman isimli
bir Alman’a aittir. Türkiye’de de, özellikle son yıllarda, dikkate değer
çalışmalar yapıldı. Fakat tüm bu literatür çoğunlukla “gaje” (*) (*; Gaco: Roman
olmayan erkek, Gaci: Roman olmayan dişi, Gaje: Roman olmayan kadınlı-erkekli
topluluk) kalemlere aittir.
Romanların kendi içinden yazan insan azdır. Bu nedenle elinizde tuttuğunuz “Çeribaşı Rüstem Aga” kitabı önemlidir.
Çünkü bir Roman tarafından yazılmıştır. Yani içerden bir kalemdir. Roman
edebiyatının güçlenmesi bu örneklerin çoğalmasıyla mümkündür. Bir topluluğu en
iyi, o topluluğun bireyleri anlatabilir. Dolayısıyla bilimsel çalışmalardan
edebi çalışmalara kadar bütün yelpazede içerden birileri kalem oynatmalı, çaba
sarfetmelidir. Henüz az sayıda olsa da bu çalışmalar umut vermektedir.
Çeribaşı Rüstem Aga kitabında Erzurum’dan İstanbul’a
bir göç(ürülme) hikayesi okuyacaksınız. Yalın bir dille, sinematoğrafik kareler
tadında yapılan anlatım sizi içine alacak ve sürükleyecek. Kendi içlerindeki
etnik barışıklığa rağmen kendilerine gösterilen ayrımcılığı nasıl
göğüslediklerini göreceksiniz. Hikâyenin kahramanlarına ait yaşam coşkusuna,
büyük badirelerde bile nasıl bir metanet, sabır, azim ve dayanışma
gösterdiklerine tanık olacaksınız. Toplumundan utanarak kimliğini reddeden ve
hayatını ayıranları da okuyacaksınız. Keyfi baskılara, siyasal rüzgârlara,
çamur ve sel dalgasının bütün ümitleri alıp götürürken mahalleyi uğrattığı
büyük yıkıma, işkenceyle ölüme dahi gösterdikleri sade yaklaşımı fark
edeceksiniz. Her koşulda ayakta durma zorunluluğuna içerden bir gözün kalemiyle
bakacaksınız. Bu kalemin ilkokul mezunu biri olduğunu bilirseniz yazılanların
önemi sizin için bir kat daha artacaktır diye düşünüyorum. Sıradan kelimelerle
anlatılan bu sıra dışı öykünün mütevâzi büyüklüğü sizi sarsacaktır.
Romanlar,
sadece insanları eğlendiren, müzik ve danstan başka bir şey bilmeyen bir insan
topluluğu değildir. Resmi ideolojinin pompaladığı bu dar algıdan en çok onlar
rahatsızdır. Sürekli oradan oraya göç etme heveslisi de değillerdir. Onların da
sıkıntıları, korkuları, ihtiyaçları, beklentileri ve gelecek hesapları
bulunmaktadır. Öte yandan Edirneli berber Erdinç Örs’ün “başkaları bizim Roman olduğumuzu öğrendiğinde veba mikrobu taşıyoruz
gibi davranmasın” şeklinde özetlediği tavırdan da muzdariptir bu insanlar.
Kendilerini yeterince anlatabilmiş değiller henüz ama ne zaman ki; gajelerden ziyade Romanlar konuşmaya başlar;
yazar, çizerse o zaman Roman toplumu için işler daha iyi gitmeye başlar.
-Aman bir hecalim vaaaarr!!!
-Her kime?!..
-Yahyakemal’i yıkanların
başınaaa!!!!..
Hüseyin IRMAK
Ekim 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder