18 Temmuz 2015 Cumartesi

Çeribaşı Akmaca: Rüstem Ağa 1


Şair, yazar ve Kağıthane Romanları çeribaşısı Cemil Akmaca'nın "Rüstem Ağa" başlıklı öyküsünün ilk bölümünü yayınlıyoruz. Gerçek olaylardan esinlenilerek yazılan öykü elek imal ederek geçinen bir Çingene grubuna mensup Rüstem Ağa ve ailesinin Urfa'dan İstanbul'a uzanan öyküsünü anlatıyor. İstanbul Romanlarının tarihine ışık tutan öykü, aynı zamanda günümüzde mahallelerimizde yaşanan çeteleşme ve benzeri problemlerle ilgili de önemli mesajlar içeriyor:

Hava soğuk, çadırlar rüzgardan sallanıyordu… Sanki biri yerinden sökmeye çalışıyordu çadırları. Fırtınada insanlar sağa sola koşturup, yıkılan uçan çadırları tamir etmeye çalışıyorlardı. Hava birden bire bozmuştu. Çadırların her yanı yırtık içindeydi. Salim havaya baktı. Aha şimdi yandık birde yağmur geliyor. 


Herkes gözünü gökyüzüne çevirmişti. “Abe bu ne hava büle, sanki aralıktayız. Ferdi çabuk eşyaları toplayın. Yağmur gelirse yandık. Ne eşya kalır ne de çadır”. Herkes koşturmaya başladı. Kimi eşyaların üstüne bir şeyler örtüyor, kimi eşyaları ağaçların altına taşıyordu. Sakin sakin köşede oturan, oraya buraya koşturmayan Arif ağa “Abe ne koşturursunuz, yağmur yağarsa ıslanırız, sonra güneş açar kururuz. Bu ne telaş”. Ferdi, “Sen öyle zannet, yağmur geldi mi kaçmayasın ağaçların altına”. “Abe kaçmam, ben korkak mıyım sizin gibi”. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Salim “Bırakın bu adamı, hadi işinize”. Birden gök gürler, hayvanlar huysuzlaşır. Salim “Tutun şu hayvanları” diye bağırdı. Gençler hayvanların peşine takılır. Salim gençlere “Hepsini bir ağacın altına toplayıp bağlayın” dedi. Kadınlara döndü, “H adi siz de toplayın çocukları, şu arabanın altına”. Herkeste bir telaş vardı.

Birden yağmur başladı. Arif ağa tek kalmıştı. Sırılsıklam olunca bir arabanın altına girdi. “Abe ne oldu, hani ıslansak da hava açınca kururduk, niye kaçtın Arif ağa?”. Elli yaşında, yol görmüş, askerliğini İstanbul’da yapmış bir adamdır Arif ağa. Salim “He benim okumuş yazmış, askerliğini İstanbul’da yapmış kardeşim, niye kaçarsın yağmurdan, yapsaydın ya bir çadır arabaların üstünde yatacağına”. Arif ağa “A be siz çadır yaptınız da ne oldu? Niye kaçarsınız otursanıza çadırınızda, yaksaydın bir cigara seyretseydin yağmuru”. Salim “Abe doğru dersin, yaptık da ne oldu?”. Kadınlar bir yere toplanmış, “Burası kimsenin yeri değil büle yapalım bize tenekeden evler, yağmur yağsa da oturur şüle seyrederiz” diye konuşuyorlardı. Salim “Abe delirdiniz mi, yapalım da gelsin askeriye yıksın öyle mi?”. Kadınlar “Abe nereden bilecek askeriye?”. Arif ağa “Abe kaz kafalı kadınlar, görmez misiniz bu tel avluları? Ne yazar üstünde?”. Hepsi susar, Arif ağa “Ne yazar bilir misiniz, bak şöyle yazar: askeri bölge girilmez”. Kadınlar susar, “Abe içeri girerseniz tutuklarlar, kim bilir hangi memlekete yollarlar, bir daha ara ki bulasın”.

Yağmur gittikçe artar çadırlar suyun altında kalır. Arif ağanın karısı Hatice “Abe ne durursunuz bakın arabalarda suya gömülüyor. Çıkalım tel avlunun ötesine orası tepe oraya su gelmez”. Salim bir kerpeten alır geçecekleri kadar teli keser. “Hadi herkes tepeye”. Gençler bellerine kadar suya batarak atları eşekleri tepeye çıkarırlar. Salim gitti tüm malzememiz. Hatice “Her şey suya gömüldü ne elek kaldı ne çivi”. Arif abe “Ne üzülürsünüz, giden mal olsun, bak kaç kişiyiz, hala sağız”.

Yağmur gittikçe artar, tepeye kadar suyla dolar, at arabaları görünmez olur. Bir yere toplanan çocuklar “Açım” demeye başlarlar. Daha sabahtan başlayan yağmur saat sekiz olmasına rağmen hala devam etmektedir. Arif ağa “Abe bu meydana kim çadır açtırdı, görmez misiniz dere yatağı?”. Salim susar “Haklısın ağa” der. “Hata benim”. “E öyleyse sen hakkını savdın, yeni bir lider gerekli”. Salim susar. Herkes Salim’i suçlar gibi bakar. Salim uzun boylu, pos bıyıklı potur pantol giyen birisidir. Ayağında dizine kadar uzanan körüklü bir çizme giymiştir. Sessizce göçebelerden ayrılır, karısı Gülşen ve iki oğlu babasına sarılırlar. Bayır aşağı inerler. Arif ağa, “Abe ne yapar bu deli? Su onu alıp götürecek”. Aşağıya doğru koşar. “Salim” der. “Dur şaka yaptım, bak herkes seni bekler”. Karısı iki çocuğunun ellerine sıkıca sarılır. Salim derenin yanına gelir karısına bir kez daha bakar. Çocuklarını öpüp koklar. Kendini suya bırakır. Azgın su Salim’i aldığı gibi götürür. Gülşen dere kenarında ağlar. Hıçkırır. Olan olmuştur bir kere… Kocasını istemeyen kendisini de oğullarını da istemeyecektir. Herkes tepeden inmiş dil döküp yalvarmaya başlamıştır. “Çocuklarına günah” diye ısrar ederler. Rüstem koşarak gelir. “Bacım sen başımızın tacısın, bırak inadı”. Gülşen onlara son bir kez bakar. Çocukları ile birlikte azgın sulara atlar. 

Hava biraz açmış, sular çekilmiş arabalar yan yatmıştır. Bazısı hala su birikintilerinin içindedir. Atlar sucuk gibi ıslanmıştır. Kendileri de tir tir titriyordur. “Gitti Salim gitti Gülşen gitti oğullar” diye ağıt yakıp ağlıyorlardır. Yağmur dinmiş ama elde bir şey kalmamıştır. Birde dört can vermişlerdir. Arif ağa kendini suçluyordur. “Nerden söyledim o sözü, tüh olsun yazıklar olsun bana. Onların katili benim” deyip ağlıyordur.

Akşam karanlık çöker. Kimsede yakacak çakmak bile yoktur. Çocuklar sırıl sıklam olmuş ağlıyor, herkes perişandır. “Bir aile gitti, yedin onu hınzır gölü” diye bağırır kadınlar. Derken akşam karanlığında tepelerden üstlerine ışıklar yönelir. Ürperirler. “Dur kimdir o?”. Hepsi susup kalırlar. Asker bir kez daha bağırır. “Dur kimdir o? Kıpırdama yoksa ateş edeceğiz” der. Rüstem “Biziz göçebeler”. Asker bir kez daha “Herkes yere yatsın”. Yüz kişilik göçer ailesi yere yatar. On asker yanlarına dikilir. “Burada be arıyorsunuz?”. Arif ağa “Selden kaçtık, perişan olduk, sabahtan beri de açız”. Astsubay arabasıyla gelir. “Ne oldu, kim bunlar?”. Asker, “Komutanım selden kaçmış Çingeneler, teli kesip girmişler”. Astsubay “Kalkın” der. Hepsi kalkar. “Anlatın ne oldu?”. Rüstem ağa “Sel” der “Sel geldi, her şeyimiz gitti. Arabalar elekler. Biz de selden kaçıp buraya sığındık”. Astsubay “Toplayı hepsini” der. Tüm insanları tek sıra karakola getirirler. “Çavuş” der “Koğuşu aç, kadınlara battaniye dağıt, elbiselerini çıkarıp kurutsunlar”. Kadınlar koğuşa alınır, üstleri kuruyunca dışarı çıkarlar. “Hadi şimdi sizler de içerde elbiselerinizi kurutup gelin”. Hepsi sobanın başında kurutulup giydirirler. “Bakın ilk önce çocuklar yesin, sonra kadınlar, sonra sizler. Hepinizi bir yere toplayamam sırayla”. Kimseden ses çıkmaz, çünkü karşılarında komutan vardır kızarsa hepsini tutuklar. Komutan sofraya ne koydurmuşsa herkes yemiş karnını doyurmuştur. Bir tek Arif yememiş, hep düşünceli bir haldedir. “Nerden dedim o lafı”… O anda komutan duyar, “Kime dedin sen, kiminle konuşuyorsun?”. Arif ağa “Size değil komutanım” deyip yine dalar. “Dört kişi kaybettik komutanım, o selde yok olup gittiler”. “He” der komutan “Ondan mı böyle konuşuyorsun?”. Arif ağa “İçim yanıyor, karısı iki oğlu selde kayboldular”. Komutan güler, “Yok ya” der “Biz selde botla gezerken dördünü de kurtardık. Simdi askeri hastanedeler” der. Birden çığlıklar yükselir. Arif ağa sevinçten komutana sarılır öper. Komutan şaşırır. “Hop” der, “Yalnız iki oğlu biraz fazla su yutmuş, karısı ve kendi iyi, oğullarını bilmem belki onlar da kurtulmuştur, şimdi haber alırız bakalım durumları nasıl”. Eline telefonu alır hastaneyle görüşür. Kimseden çıt çıkmaz. Komutan birden telefonu bırakır, “Herkese geçmiş olsun hepsi iyi, ufak oğlu biraz daha hastanede kalacak”. Birden sevinç çığlıkları, sarılmalar öpüşmeler başlar. Komutan “Hele” der “Bu kadar sevinçli bir haber alırsınız da yok mu içinizde bir şarkıcı”. Arif ağa “Olmaz mı”…

Hepsi dışarı çıkar, meydan oluşturup kimisi tenekeyle kimi kaşıkla o gece eğlence yaparlar. Herkesi sevindirirler. Komutan “Şimdi herkes yatağa, kadınlar çocuklar koğuşa; erkekler dışarıda bir yer bulup yatacaksınız, bak bende nöbetçiyim, yarın gider arkadaşlarınızı getiririm”. Hepsi “Sağol komutan” derler. Arif ağa “İşte böyle olacak, komutan değil aslan parçası”. Arif ağa “Komutanım” der “Nerelisin?”. Astsubay “Ne o?” der “Merak mı ettin?”. Arif ağa, “Kusura bakma bey” der “Sorayım da hangi memleketten büle adam çıkıyor, bizde denk gelirse ona üyle davranırız”. Komutan “Her memleketten adam çıkar, hepsi birbinden değerlidir, ben Diyarbakırlıyım, bak bu askerde öyle…”. İlk defa Diyarbakır ismini duyan Arif ağa “Ora nere ki, uzak mı?”. Askerler güler, komutan “Askerliğini nerede yaptın Arif ağa?”. Arif ağa bir komutana bakar, bir de Çingenelere. Boynunu büker. “Yok” der askerlik yapmadım, ama çağırırlarsa gideceğim. Çingeneler birbirine bakar. “Arif ağa Hani İstanbul’da yapmıştın, atıp tutardın”. Arif susar, “Abe İstanbul’u da bilmem. Biri anlatmıştı Taksim’i oradan aklımda kaldı”. Komutan “Ver bakayım cüzdanını”. Arif ağa “Abe herkes bilir adım Arif, baba adı Ali ana adı Zeliha”. Komutan “Hadi ver cüzdanını”.  “Yoktur komutanım suya kapıldı”. “Hadi tamam, şaka yaptım”. Arif ağa güler “Sağol komutanım” der. Öğleye doğru hep birlikte dere yatağına gelirler. “Tüh bak selden kalanları da birileri toplamış”. Atlara bakarlar hala aynı yerdedirler. “Say bakalım kaç at var”. Genç “on araba kalmış, on beş de at”. “Tüh” der Arif ağa “Gitti atlar, sel almış arabalarda azalmış”. En yaşlı olan Mesut dayı, “Gelin bunları da satalım bir yere yerleşelim, ekmek nasıl olsa bulunur”. “Abe ilk önce komutana gidip söyleyelim, Salim’le karısı, çocukları gelecekti, belki unutmuştur, siz durun ben gideyim söyleyeyim”.  Bir saat sonra karakola gelir. Asker “Dur, komutana söyleyeyim bekle biraz”. Arif ağa köşeye geçer bekler. Komutan kapıdan “Gel hele der”. Arif ağa koşarak gelir, “Bak bakalım tanıyacak mısın?”. İçeride dört kişi vardır, birden “Salim” der. Salim döner Arif ağaya bakar. Hiçbir şey demeden yemeğini yer. Arif ağa karısına “Ben” der Arif ağa, “Tanımadın mı beni?”. Karısı “Tanıdım” der “Hani dere yatağına çadır açtık diye kızmıştın”. Komutan “Bırakın kırgınlığı, hata senin Salim kardeş. Çadır oraya açılmaz. Sende ileri gitmişsin. Hadi sarılın bakayım, sizleri bulduğumu söylediğimde bu yer ilk defa böyle neşeyle doldu. Hepsi ağlıyordu. Hadi bırak kırgınlığı”. Salim geri döner, daha Arif ağanın yarısı kadar yaşı vardır. “Öpsün elimi barışalım” der. Arif ağa “Ben senin gözünün yağını severim, ne demek elini yanaklarını da öperim” deyip Salim’in yanında iki büklüm olur. Salim hemen yere eğilir. “Yok” der “Ben seni dinlemedim, hata benimdi”. Birden Arif ağanın elini öper. Hadi herkes sizi bekliyor. Arif ağa komutana eli öpülecek kimse varsa o da sensin deyip elini uzatır komutan elini çeker, “Yok” der “Büyüksün, babasın gel mertçe toka yapalım”. Yine de Selim’le Rüstem’i kucaklar. “Hadi artık gidin”. Komutan arkalarından el sallar, “Allah yolunuzu açık etsin”.

Karakoldan çıkıp aşağıda bekleyen Çingenelere katılırlar. Herkes sevinçten birbirine sarılır öper. Salim “Ben artık karışmıyorum, kim isterse o yürütsün sorumluluğu”. Yandan Rüstem’e bakar, Rüstem “Yok” der “Ben yapamam, ne elde kaldı ne avuçta, işimizde sulara gömüldü, yok yok ben yapamam”. Selim’in karısı atılır, “Baş olmasa kıç sağa sola gider, bir baş olsun herke sahiplensin”. Salim “Ben yokum”, Rüstem “O yoksa ben de yokum”. Herkes bir lider arar, birbirlerine bakarlar. Salim “Yok galiba bekleyelim, ilerde çıkar. Şimdi ne yapacağız, nerde kalacağız, düşünün karar kılalım”. Kimi “Atları satıp o parayla teneke toplar ev yaparız” der. Rüstem “Abe nerede yapacağız, her yer askeri bölge, daha kazıkları çakarken yıkarlar paramız da boşa gider”. İbram “Durun” der “Aklıma geldi hep birlikte yaşayacaksak ilerde taşocağı var, oraya gider çalışırız, sonra ev tutarız”. Gençler “Yok ben taşta çalışmam” deyip bağırırlar. “Öyleyse ayrılalım, ne elde var ne avuçta”. Rüstem “En doğrusu o, ayrılalım”. Karısına bakar elinde iki bilezik, kulağında küpe birde at… “Onları satar şehre taşınırım” der. Salim “Ayrılan atlarını alsın, yolu açık olsun”. 

Herkes bir biriyle kucaklaşır, şehre doğru ilerlerler. Kimi yolda atını satar kimi kuyumcu da elindeki altınını… Kimi şehirde arabaya biner kimi şehirde kalır üzülürler fakat elden bir şey gelmez. Rüstem kuyumcuda bozdurduğu altınla arabaya biner, “Dur hele” der karısına. “Şu İstanbul’u görek… Bakalım bize neler verecek, bizden neler alacak”. Otobüs kalkarken arkadaşları onları uğurlar. “Yol uzun” der “Bir şeyler alıp arabada yeriz, su ve erzak alır”.  Otobüs sallanır, Urfa’dan yola çıkarlar gerçekten yol uzundur. “Ah be” der “Kalsaydık köyümüzde, tarlamız vardı, nede güzel kamışlar vardı elin gavuru bırakmadı ki hepsini aldı, kala kala elek takımı; onu da sel aldı”. Karısı yavaşça sokulur “Boş ver” der, “Sağız ya, bak kimse nereye gidiyorsun diye sormuyor. Bırak gavurların karnı doysun onların olsun”. “Öyle deme be kadın, orada ölülerimiz var, anam orda, babam orda, oğlum orda, senin anan baban orda teyzen orda…”. Karısı “Abe gene gideriz, hele şu sorunlar bir bitsin, Allah razı olsun, devlet sahip çıktı da çağırdı bizi, yoksa hepimizi keserlerdi”. Karısı kucağında yatan çocuklara bakar, “Abe bak sağız işte, İstanbul’da nereye gideceğiz?”. “Hele İstanbul’a gidelim bulacağız bir yer”. Araba bazen arıza yapar, bazen su kaynatır, bazen yolda mola verir. Rüstem kızar, “Abe bu külüstür on saatlik yeri bir günde alır”. Şoför, “He dayı” der “Beş gün sonra İstanbul’dayız, tabi arıza yapmazsa”.  

Yatarlar uyurlar, günler geçer… Ve en son İstanbul sınırına gelirler. Şoför alın size İstanbul. Gemiyi beklerler, gemi yanaşır araba içeri girerken Rüstem “Gelin denizi seyredelim”. Hep birlikte arabadan inip denizi seyretmeye başlarlar. Arabalı vapur İstanbul’un karşısına yanaşır. Rüstem hala dalgalara bakıyordur, araba gemiden çıkar, Rüstem arabayı unutmuş, denize dalmıştır. “Bak” der çocuklarına “Ne kadar balık var, her yer balık dolu…”. Şivesi Kürde kaçıyordur. Yanındaki adamlar ona ters ters bakarlar. Çocuğuna “Bak” der “Kocaman balık”. Birden araba aklına gelir, nerde bu araba, bir bakar ki yeni arabalar gelip biniyor. “Tüh kaçırdık arabayı, hadi bizde inek”. Gemiden iner, “Kardaş buranın adı ne?”. Adam “Karaköy” der, karısı “Karaköy mü? Hele Rüstem ağa, bura köyse Urfa ne olur?”. Adam güler, “Yok hanım abla, burada her semtin adı hemen hemen köy olarak geçer”. Rüstem ağa “Biz Çingeneyiz, yol bilmeyiz, paramız da az, Çingeneler hangi yerde yaşar bilir misin?”. Adam onlara bakar, “Sen Kürde benziyorsun da karın Çingene gibi, çocuklar da öyle. Kaçtınız mı yoksa?”. “Yok” der “O benim karım çocuklar da benim… Bildiğin bir yer var mı?”. “Ben duydum öyle yer Taksim’in altında bir çöplük varmış, Sulukule varmış, bir de Çayırbaşı”. “Hele” der “Hangisinde ekmek çıkar söyler misin?”. Adam bakar “Ne bileyim nerde ekmek çıkar, ben olsam Çayırbaşı’na giderim, deniz var balık tutup satsan kendin yesen yine olur, birde midye toplayanlar var”. “Hele kardaş, şöyle bir yerde oturakta bana yol göster hem bir çayımızı iç”. Adam “Dayı” der, bura İstanbul, kimseye güvenme; hatta bana bile, her taraf çakal dolu”. “Olsun kardaş, seni sevdim senden zarar gelmez, hele şu köşede oturalım, çay içelim”. Adam “Tamam olur” der, çay söylerler. “Dayı” der adam “İyi insansın, buradan bir dolmuşa bin, Çayırbaşı de, seni oraya götürür”. Rüstem “Kaç para yazar?”. “Valla bilmem, şoföre bağlı gezdirip durursa çok yazar”. “Yolu biliyormuş gibi Çayırbaşı dersin, o zaman yolu biliyorsun diye dosdoğru getirir”. “Hele gördün mü bak bir şey daha öğrendik, demek ki yolu biliyormuş gibi yapacağız. Peki bu balıkları toplarsak kimse kızmaz mı?”. “Yok be dayı” der adam, “Kim kızacak, herkes yakalıyor”. Karısı “Bizim orda da göl vardır, kimse tutmaz yasaktır”. Adam “Anlamadım” der. “Kadın gölde yasaktır ve günahtır”. Adam “Orası neresi ki?” der. Kadın “Urfa Balıklıgöl”. Adam güler “Yok teyzem” der “Orada günah sayılır, ama burada yakalayıp yersin. Ben duydum o gölü kutsal balıklar varmış, onlar kutsal ama bunlar insanlar ihtiyacını karşılasın diye Allah tarafından insanlığa bahşedilmiş”. Rüstem ağa “Ne güzel konuşuyorsun kardaş. Bakın bu dolmuş Levent’e kadar gider, oradan da bir dolmuşla Çayırbaşı’na gidersiniz”.

Adamla vedalaşıp arabaya binerken Rüstem sorar, “Adın neydi arkadaş?”. Adam “Yasin” der. “Benim de Rüstem. Yolun düşerse Çayırbaşı’na gel bekleriz”. Adam el sallar sırtından kamış çıkarıp denize atar. Karısı “Bak” der “O da balık yakalıyor”. Levent’e gelip başka dolmuşa binerler, dolmuşçu “Evet son durak Çayırbaşı” der dördü inerler. Çevresine bakarlar çingene çocukları yolda oynuyorlardır. Karısı “Bak börekçi var, yiyelim mi?”. Rüstem “Siz durun alayım on tane börek”. Alır, “Gelin sahilde oturalım”…

Rüstem ağa sanki madenden çıkmış gibi karadır. Bir de saçı sakalı öyle uzamıştır ki mağara adamına benzer. “Hele şimdi içerdeki kahveye gideceğim, bakalım kiralık ev var mı?”. Kahveye gelir selam verir, “Kahveci buyur bir şey mi lazım?”. “Yok çay içeceğim”. Kahveci şivesiyle, alay eder. “Nereden gelirsin dayı?”. “Urfa’dan, o kadar uzak yerden ha?”. “Doğrudur tam altı gün yol sürdü, zart araba bozulur, yok su kaynattı… Ağa işte geldik insanlarımızın içine, bana göre kiralık yer var mı?”. “Yok derler kiralık hiç yok”, dışarıyı gösterir “Sandallarda yatarsın”. Rüstem “Yok” der “Ben tek değilim, öyle olsa zaten gelmezdim. Karım ve iki çocuğum var”. Kahveci “Ben seni serseri sanmıştım”. “Yok be” der “Neler geldi başımıza”.  Birazdan Tabancı İbo adıyla çağrılan kişi gelir, “Bende yer var, ikide oğlum bir kızım var, bir kızımda Gültepe’de, çağır bakalım gelinimizi de yeri göstereyim”. Rüstem koşarak gider, “Kalkın yer buldum bu gece evde kalacağız, hadi çabuk”. Kadın gelir çocukların ellerinden sıkıca tutmuştur.

Tabancı İbo “İşte ev bu bir oda”. Odanın kapısı dışarı açılır. Yanda bir tuvalet vardır. Adam karısına bakar “İyi” der “Bir oda olsun da… Bu gece rahat yatarız”. İbo “Rahat mı yatarsın? Ne ile? Ne yorganın var ne kabın?”. “Olsun” der “Bir köşede kıvrılırız”. “İyi” der “Kirası on kuruş”. Rüstem “Olsun” der. Cebinden bir lira uzatır işte der bu bir yıllık kira. İbo anahtarı verir, “Ha kapıyı açık bırakmayın bir uyuz köpek var, kovarım kovarım gitmez, içeri girerse valla dışarı atamazsınız”. Rüstem’in oğlu “O köpek benim olsun, ona ev yaparım”. Rüstem ağa “Çingene yer buldu mu birini daha yanına sokar” der, hepsi gülüşür.

İbo “Fakat sen Roman değilsin galiba?” der. Rüstem “Yok ağa ben doğuştan Romanım, bendede çok çektim tarlalarda, hep tanıdığım Kürtlerdi, onlar gibi konuşmayı öğrendim, Kürtçede biliyorum Çingenece de”. İbo “Yok ya” der “Demek ki üç insan gibisin”. Birden ciddileşir “Severim Kürtleri, yiğittirler. Onlardan zarar gelmez. Burada ekseriyeti Lazlar var. Balık işi yaparlar, biz de onlara yardım ederiz. Bazılarımız at arabasıyla hurda toplar. Yuvarlanıp gideriz”. Rüstem “Bende balık işi yapacağım”. İbo şaşırır “Tezgah mı açacaksın? O biraz zor onların tanıdıkları var. Her yeri kiralarlar. Sen en iyisi sandal kirala, balık tut onlara sat, geçinip gidersin”.

Devam edecek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder